Dünya Dili: Türkçe
“Türkçe’yi gelecekte dünya dili haline getirmeye mecburuz.” diyorsunuz. Bu sözünüzü biraz açar mısınız?
Nur çehreli adam gözleriyle bilinmez bir ufka bakıyor gibiydi. Bakışları o an daha da derinleşti. Evvelce söylemiş olduğu sözü hatırladı. Bu sözün elbette bu gün için boyutlarını anlamak oldukça müşküldü. Böyle Avrupa kapılarında dilencilik eden bir milletin boyunu aşkın bir hayaldi bu. Ama her hayal gerçekleşebilirdi. Çalışılırsa aşılmayacak yokuş yoktu.
Önemli olan azmi elden bırakmamak ve Ferhat gibi engel ve badirelere kazmayı yılmadan bir ömür boyu vurabilmekti.
Bu süreklilik nice dağları deler, nice tepeleri dümdüz ederdi.
O sıra aklına Hay bin Yakzan’ın gözlemi geldi. Bir yerden damlayan suyun bir taşı nasıl deldiği gözlemi.
“Evet!” dedi o an. “Bu söz mühim bir vazifeyi beraberinde getiriyor.
Şu gün bu sözü yerine getirmeye her zamankinden daha muhtacız. Belki farz gibi bir şey.
Türkiye’nin yeni Türk dünyası ile tanışıp kaynaşması, Avrupa, Amerika, Avustralya’da yetişen Türk nesillerinin mevcudiyeti, Türkçe’nin bir dünya dili haline gelebileceğinin emareleri sayılır. Ayrıca dilin, kültürle yakın münasebetinin olduğu, hatta onun bir buudunu teşkil ettiği düşünülecek olursa, Türkçe’nin dokuz asırdan beri bir arada yaşamış bir topluluğun ortak dili olduğu avantajı da söz konusu.”
Bu sırada gözleri daha da derinlere bakar gibiydi. Tarih deyince onun yüzü bir başka hâl alır. Acı-tatlı günler sanki gözünün önünden tek tek geçerdi. Ama o bir bahçeden bal almasını bilen arılar, kelebekler gibi hayalini güzellik çiçekleri üstünde dolaştırır ve alacağı balı alır gönüllere takdim ederdi. İşte yine aynı hâl, aynı aydınlık çehre, aynı bakışlar bu iklimden bir şeyler toplayıp, sunmanın sevinci ve hazzıyla tebessüm içindeydi. Sözlerine şöyle devam etti:
“Evet Türkçe Selçuklular’dan beri bu topraklar üzerindeki- her ne kadar o dönemde devletin resmî dili olmasa bile- halk tarafından konuşulagelen bir dildir. Bu bakımdan bizim, Orta Asya’daki milletlerle aramızdaki ortak değerin gün yüzüne çıkartılıp, beklenen o engin kültür zenginliğinin sağlanması ve yetmiş yıl süren kopuk ilişkilerin aşılarak Türkçe’nin geliştirilmesi geleceğimiz adına çok önemlidir.”
Burada önce, çevredeki çiçekler sonra misafirler üzerinde bakışlarını dolaştırdıktan sonra sanki zorlu bir şeyin bizi beklediğini anlatır gibi yüzü hüzünlü bir hâl aldı. Belli ki bir aşılması gerekli engelden söz edecekti. Sözlerine şöyle devam etti:
“Diğer taraftan Batı ile entegrasyon sağlanması, mesela teknolojinin gelişmesi ile elde edilen yeniliklerden haberdar olma, yani bilgi ve teknoloji transferi ile çağın bütün varidatının benimsenmesi de yine Türkçe’nin ortak dil olmasına bağlıdır.”
Bu sırada bakışları biraz ötede sehpanın üzerinde duran Kur’ân’a çevrildi. Sözlerini şöyle sürdürdü:
“Hz. Musa (a.s) Eyke’de Şuayb (a.s) gibi bir söz sultanı ile tanışınca kendi kendine: ‘Rabbim, benim göğsümü aç. Bana işimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz. Ki sözümü anlasınlar.’ demişti. Burada dikkatimizi çeken husus; kalbin inşiraha mazhar olması ve maksadın rahatlıkla ifade edilebilmesi için, dilin maksadı ifadede hiçbir şeye takılmaması gerektiğidir.
Evet bir peygamber olan Hz. Musa’nın mesajını sunabilmesi için böyle bir istekte bulunması çok yerinde bir harekettir. Hz. Musa’da bir istek halinde ortaya çıkan bu hususun, Efendimiz’de Allah’ın bir lütfu olarak; “Biz senin kalbine inşirah vermedik mi?” ayetiyle, mevhibe ve minnet ufkunda tecellisine şahit oluruz. Yani Hz. Musa (a.s)’ın Rabbinden istediği şey, Efendimize bir nimet olarak verilmiş ve onun şükran duyguları coşturulmuştur. Yine Efendimiz, “Beyanda sihir vardır.” diyerek gelecekte her şeyin gücünü beyandaki edadan alacağını haber vermiştir.”
Her “Efendimiz” sözü geçtikçe yüzünde ayrı bir aydınlık tayfları dolaşıyordu nur çehreli adamın. Sanki Efendimiz sözüyle maziye seyahat ediyor ve o yüce kametin ikliminden alacağını alıp misafirlere sunuyordu. Bu sunuş konuşmanın içine bazen birkaç damla gözyaşı ve bazen ağlamaklı bir çehreyle sirayet ediyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
“Ayrıca Adem (a.s)’e öğretilen isimler Efendimiz’de daha bir açıklığa kavuşturulmuştur. Efendimiz (s.a.s) ahir zaman peygamberi olduğuna göre bu da bir mânâda ahir zamanda ilmin öne çıkacağına işarettir. Evet çağımızda her şey ilme bağlıdır. Ve artık bizler bir ilim çağını yaşıyoruz. Ancak bunun insanlığa sunulması meselesine gelince o gücünü beyandaki edadan alacaktır.
Günümüzde koskocaman bir Türk dünyası olarak bu fonksiyonları eda edebilmek için yarım yamalak bir Farsça, bir Arapça ve İngilizce ile bir şeyler yapamayız ve hedefe ulaşmamız oldukça zordur. Bu itibarla Türkçe’nin böylesi önem arz etmesi, başta edebiyatçılar olmak üzere, herkese ciddi sorumluluklar yüklemektedir. Bu açıdan sadece mevcudu öğrenip-öğretmekle kalmayıp; büyük istidatlar yetiştirerek, onlara ciddi sorumluluklar yüklememiz ve dilimizin gelecekte çok ileri bir seviyede temsil edilmesini sağlamamız gerekmektedir. Bu sebepten bir taraftan dilin kendi kurallarına uygun kelime türetirken, diğer taraftan da asırlardan beri kullanıla kullanıla dilimize mal olmuş kelimelerin muhafazasının zaruretine inanıyorum.. Evet millete mal olmuş bu kelimeler artık bizimdir ve dil zenginliğimizin bir buududur.”
Bu sırada yine tarihe doğru bir yolculuk yaptığı her halinden belliydi. Gözlerini kıstı. Bir şeyleri daha iyi görebilmek için sanki ufuklar ötesine bakıyor gibi bir hâli vardı. Bir tarihi hakikat önümüze serilmişti nakış nakış, rengârenk çiçekler gibi. “Meselâ medreselerimizde okutulan eski kitaplara baktığımızda o dönemde kullanılan dille bir şey ifade edebilmek için günümüzde olduğu gibi istidradi birtakım açıklamalara ihtiyaç duymayacak ölçüde bir derinliğe, bir zenginliğe sahip olduğunu görürüz. Bana göre bunlar tekrar gözden geçirilerek mutlaka değerlendirilmelidir. Günümüzün gençleri, onu anlamıyor diye bu zenginliğin bir kenara atılması kat’iyen doğru olmaz.
Günümüzde her zamankinden daha geniş imkanlara sahip bulunuyoruz. Bugün, Türkçe’ye hakim insanlar, konferans, seminer, panel ve sempozyumlarla meselenin önemini vurgulayabileceği gibi, gazete, TV, dergi gibi yazılı ve görsel medyayı, bu önemli neticeye ulaşmada vasıta olarak kullanılabilir. Milletimizin kendini bütün dünyaya anlatabilmesi, yeniden isbat-ı vücut edebilmesi bir açıdan Türkçe’nin dünya dili haline getirilmesine bağlıdır.”
Burada çaylar tekrar tazelendi. Koltuğunda oturan adam yanındaki sehpanın üzerindeki fağfur renkli çayını alıp, hurma ile yudumlarken bir taraftan da konuşmasına devam ediyordu. “Son olarak sübjektif bir değerlendirmemi arz etmek istiyorum. Benim eskiden beri Türkçe’ye karşı ayrı bir sevgim, hatta özlemim var. Meselâ bana Arapça -ki Kur’ân dilidir- ile Türkçe arasında her iki dilde de aynı ölçüde yazı yazma kabiliyeti verilseydi, ben Türkçe’yi seçer ve Sultanü’ş-Şuarâ, Baki’nin şairane ifadesini, Şeyh Galip’in mânâdaki derinliğini, Mehmet Akif’in samimiyetini satırlarım arasında cem etmek isterdim, ama heyhat…
Hâsılı geleceğe emin adımlarla yürüyen Türkiye ve Orta Asya dünyası, Türkçe’yi mutlaka dünya dili haline getirme mecburiyetindedir.”
Sorunun cevabı bitmişti. Misafirlerin gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Şimdi karşılarında bir Türkçe aşığı zatı görmenin ve dinlemenin memnuniyeti her hallerinden belli oluyordu.
Bir süre sonra yerinden kalkan nur yüzlü adam odasına giderken, misafirler aldıkları dil gıdasının ve bunun eşliğinde ledünnî hazzın doygunluğuyla ona hayranlıkla bakıyorlardı.